Bundan yıllar yıllar önce bir Tarım Bakanı ülkedeki zeytincilik ölçeğinin, bir başka deyişle zeytinyağı üretim ve tüketim miktarlarının zeytinin anavatanına yakışmadığını fark edip bir şeyler yapmaya karar vermiş.
Ne yapalım ne yapalım?
Öncelikle, “Zeytin bahçesi kurmak isteyenlere destek olalım” demişler.
Öyle cazip bir destek vermişler ki zeytin ağaç varlığı çok kısa sürede 90 milyondan 180 milyona çıkmış.
“Başka ne yapalım?” diye düşünmüşler.
Bu zeytinleri en modern şekilde yağa çevirmek için yeni fabrika kuranlara muhteşem bir hibe ve kredi programı açıklamışlar.
Öyle ki hayatında zeytin ağacı görmeyenler bile tesis kurmuş.
“Yetmez, daha ne yapalım?” demişler.
Çıkan zeytinyağlarının dökme değil, ambalajlı olarak ihraç edilmesi için gerçekten çok tatminkâr markalı ambalajlı desteği vermişler.
Yüzlerce firma bu desteklerle can suyu bulmuş, filizlenmiş.
Develer tellal iken, pireler berber iken; az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik, dönüp bir baktık o Bakan gitmiş.
Ve ne yazık ki sanki hükümet değişmişçesine tüm zeytincilik politikası değişmiş.
Sektör kendi başına bırakılmış.
O gün bugün zeytincilik rüzgâr nereye eserse o tarafa savrulur durur.
Döviz yüksek seyrediyorsa herkes ihracatçı olur.
‘İhracatçı’ dediğime bakmayın, İtalya ve İspanya gibi üretici ülkelerle ABD’deki dolumcu firmalara tedarikçilik yaparlar aslında.
İspanyollar bunları çok sevdiği ya da bu arkadaşlar pazarlama gurusu oldukları için değil, İspanya’dan ve hatta Tunus’tan bile ucuza sattıkları için yağlarını alırlar.
Özellikle dövizin hızlı ve devamlı yükseldiği kriz yıllarında her halükârda yağı ihraç etmek iç piyasaya satmaktan avantajlıdır.
Kimsenin gözü iç piyasayı görmez.
Üretici ülkeler arasındaki en düşük kişi başı iç tüketim miktarı kimsenin umurunda olmaz.
Ama enflasyonla mücadele yapıldığı yıllar döviz baskılı kalınca, bir de İspanya’da üretim yüksek oluşunca ihraç fiyatı maliyeti bile kurtarmaz.
Tedarikçilerde takat kalmayınca akıllara hemen, ‘İç tüketim nasıl artar?’ projeleri gelmeye başlar.
“Tanıtım yapalım”, “Askere yedirelim”, “Hastane yemekleri zeytinyağlı olsun” vs vs.
Bu arada bir yandan herkesin gözü sabah yüzünü yıkamadan baktığı İspanyol piyasalarındadır.
Tablonun yeşile boyanmasını ümitle beklerler.
Çünkü İspanyol’a dökme satmak kolay ve hızlı paradır.
Türk halkı bütçesine uygun zeytinyağına az biraz kavuşmuşken, yerli tüketici tam kral olacakken, rüzgâr yine tersine döner.
İspanya’da kuraklık olur, dövizin ateş fırlar.
Üreticinin beyaz atlı prensleri tekrar sahaya iner.
Sektöre yatırım yapanlar için ise hayat yine kabusa döner.
Ne markalı ambalajlı ihracatta ne iç piyasada dikiş tutmaz.
İki ileri bir geri hayat böyle gelip geçer.
Arada birileri çıkar, “Ya bu zeytinyağı firmaları hiç işi bilmiyor biz size danışmanlık verelim, bir hikâye yazalım, yarışmalara katalım, sizi dünya markası yapalım” derler.
Bir dönemin marka adayları tası tarağı satıp bilinmeze doğru giderken, yeni kayıt olanlar dünya markası olma hayali ile yeni ufuklara yelken açarlar.
Gökten üç zeytin düşmüş.
Bu masal da böyle sürüp gitmiş.
KONUK YAZAR
MUSTAFA ALHAT-ÜRETİCİ