Cumhuriyet Bulvarı No: 82 Erboy 2 İş Merkezi

“Çocukluğumdan ilk neler hatırlıyorum?” diye düşündüğümde aklıma ilk gelenler ailem, yaşlı zeytin ağaçları ve uçsuz bucaksız masmavi deniz…
Uzun yıllar, ki sanırım ilkokula başlayıp ders kitaplarından bilgiler öğrenmeye başladığımda, oldukça şaşırdığımı hatırlıyorum.
Meğer benim doğup büyüdüğüm ve yaşadığım şehir olan Antalya, Türkiye’nin en güzel coğrafyasında, güneyi tamamen denizle, ortasındaki ova, turunçgiller (eski adıyla narenciye) başta olmak üzere envaı çeşit meyve ağaçları ve sebzelerle, kuzeydeki dağları ise (yüksek rakımlı Torosların etekleri) zeytin ağaçlarıyla çevriliymiş.
Yani herkesin yaşadığı şehirde deniz ve zeytin ağaçları yokmuş.
Biz kent merkezinde otururduk ama rahmetli babamın köyü merkeze arabayla yarım saat mesafedeydi.
O yıllarda köy, ancak ikinci kuşaktan ‘yürüyen Türklerin’ yerleştiği tipik bir yörük köyüydü.
Çok yakınında Toroslardan gelen ve tabiri caizse gürül gürül akan dere olmasına rağmen, o yıllarda teknolojinin kısıtlı olmasından dolayı köyde ciddi su sorunu vardı.
Köylüler içme ve diğer ihtiyaçlarını karşılayacak sularını ancak köyün merkezindeki kuyudan çekerlerdi.
Dolayısıyla köyün geçim kaynağı Antalya’nın meşhur ‘kadı kaçıran yağmurları’ ile sulanan buğday tarlaları ve yine bu yağmurla ancak sulanabilen zeytinliklerdi.
BABAM BİLSE NE KADAR ÇOK SEVİNİRDİ
Babamın köyün eğitimli ilk bireyi olmasından olsa gerek, o yıllarda bile bu zeytin çeşitlerinin ‘Tavşan Yüreği’ ve ‘Beylik’ olduğunu ben bile bilirdim.
Çünkü kimyager olan babam, bu çeşitlerin zeytinyağlarının ağır koku ve tada sahip olduğu için sürekli yaptığı salamura (sofralık zeytin işleme) denemeleriyle değer kazanacağını umardı.
Hep aklıma gelir, şimdi çıkıp gelse de suçun çeşitlerde değil de ağaçlara bakmayı ve hasadı bilmeyen, kötü koşullarda fabrikaya nakleden ve kötü sıkım yapan işletmecilerde, yani eğitimsiz insanlarda olduğunu bilse ne kadar sevinirdi.
GÖREVİM DİP ZEYTİNYLERİ TOPLAMAKTI
Bir başka hatırladığım ise ilkokul yıllarında, şubat tatillerinde ve Antalya’nın yoğun yağış aldığı günlerde zeytin hasadının başlamasıydı.
Evin büyükleri, dalları boyuna vermiş ağaçların tepesindeki zeytinleri cambaz misali kâh elleriyle toplayıp, kâh sırıklarla yere düşürürken biz çocuklar da dip zeytinlileri toplamakla görevliydik.
Bu zeytin de neden şubatta, soğuk ve yağmurda hasat ediliyordu ki?
Hiç de hoşlanmadığım, ellerimin üşüdüğü, sırılsıklam ıslandığım ve çamurdan çekip aldığım zeytinler yüzünden tırnaklarımın içinin toprak dolmasıydı.
Rahmetli dedem şimdi ‘dip zeytin’ dediğimiz bu zeytinler için her sepet başı belli bir bedel vermese sanırım o zamanki ruh halimle onları hiç ama hiç toplamazdım.
İYİ Kİ PLASTİK KAPLAR DAHA PAHALIYDI
Hasadın tamamı bitince, at arabasının arkasına konulan, aile büyüklerinin topladığı baş zeytinlerle ayrı sepete konulan dip zeytinlerinin, yağmur ve rüzgâr eşliğinde en yakın 10 kilometredeki köyde bulunan sıkım tesisine gidişi ise ayrı bir efsaneydi.
Çünkü bunlar fabrika değil de derme çatma sulu pres imalathanelerdi ve orada birbiriyle karıştırılıp birlikte sıkılırdı!
Bu zeytinyağlarının sanırım tek şansı, plastik kapların pahalı olmasından olsa gerek, iyi ya da kötü toprak küplere konulup sonra da ‘Dam’ denilen kilerlerde muhafaza edilmesiydi.
Allah’tan Antalya’da küplerdeki zeytinyağları Muğla’daki gibi tuzlanıp havalandırılmazdı.
SABUNLUK DERECESİNDE ASİT OLURDU
Amma velakin, bolca yağmur ve at arabasıyla yapılan yolculuk sonrası bir de fabrikada açıkta bekleyip sulu preste sıkılan zeytinlerden elde edilen zeytinyağları muhtemelen sabunluk derecesine terfi eden bir asitliğe sahip olurdu.
Böylece yıllar sonra zeytinyağı tadımcısı (degüstatör) olduğumda ilk öğrendiğim kusur, rancid kusuruydu.
Çünkü bu kusur bana, babaannemin yaz gelince pişirdiği taze fasulyenin yemek borumu neden tahriş ettiğini hatırlatmıştı.
“Sen köydeki yemekleri mi sevmiyorsun?” diyen babama, neden derdimi anlatamadığımı o zaman daha iyi anlamıştım.
15 YIL ÖNCESİNE KADAR ÖNEMSİZDİLER
Antalya ekolojisinde ‘Tavşan Yüreği’ ve ‘Beylik’ zeytin çeşitleri aynı benim sekizinci kuşak Antalyalı olmam gibi uzun süredir yerleşiklerdi, yani hep vardılar.
Denizden gelen bazen güzel bir meltem esintisi, bazen de sıcak bir poyraz rüzgârıyla bu topraklara adapte olan bu iki özel çeşit ne yazık ki daha bundan 15 yıl öncesine kadar hiç önemsenmiyordu.
Çünkü Antalya, özellikle bitkisel üretim için müthiş bir ekolojiye sahip çok şanslı bir ildir.
Ne yazık ki o yıllarda ovadaki bu bolluk ve refah kentte inanılmaz geniş bir yaş meyve sebze yelpazesi barındırırken, zeytincilik de Torosların eteklerine doğru çekilip yerleşerek, özensizlik ve ilgisizlikle cezalandırılmıştı.
Son yıllarda eğitimin şart olduğu asabıyla zeytinciliğe emek verenlere bu vesileyle teşekkür etmek isterim.
Çünkü doğduğum ve büyüdüğüm bu güzel şehirde, tescilli bu olağanüstü iki önemli zeytin çeşidinin sadece ülkemde değil, dünyada da takdir ve kıymet bulması beni çok mutlu ediyor.
NE BAHÇEM, NE DE ZEYTİN AĞACIM VAR
Sözün özü:
Çukurova Ziraat Fakültesi’ni kazandığımda henüz dünyada bile var olmayan zeytin fakültesini (sanırım, çocuklarımın ‘annem zeytin mühendisi’ demeleri de boşa değil) kazanmış edasında olan ben, hocalarıma her tatil dönüşü bir dal bir yaprak götürür ve sürekli ‘Neden sarardılar, neden dallarında şişlik var?’ diye sorardım.
Sonrasında uzun yıllar Tarım ve Orman Bakanlığı Zeytincilik Araştırma Enstitüsü’nde (senelerdir iş yaşamımı şekillendiren ve değiştiren bu enstitüde çalışma nedenimin benim ziraat fakültesini bitirip ziraat mühendisi olduğumu dahi görmeden çok genç yaşta vefat eden babamın duasının etkili olduğuna inanırım) çalıştım, uzun yıllardır da üniversitede zeytincilik konusunda çalışıyorum.
Hâlihazırda, çocukluğumun derin anılarına sahip olduğum babamın köyünde bir zeytin ağacım yok.
Ara sıra farklı şehirlerdeki bahçelere diktiğim zeytin fidanları dışında ne bir zeytin ağacım, ne de bir zeytin bahçem var.
Önceleri, “Bunca yıl emek ver, kendinin dikili bir zeytin ağacı olmasın” diye hayıflanırdım ama artık kendimle barıştım.
Belli ki benim bu dünyadaki misyonumun anahtar kelimeleri ‘zeytin’ ve ‘eğitim’.
Öyle ya; besbelli her şeye sahip olunmayacak, çünkü serde fanilik var!

(kutu)
KADI KAÇIRAN YAĞMURU
Çok eskilerde, Antalya henüz küçük bir yerleşim merkezi, bir sancak, bir ilçe konumunda iken önemli bir hukuksal sorun çıkmış. Sorunu çözmesi için Burdur’da görev yapan bir kadıyı geçici görevle Antalya’ya göndermişler. Kadı at sırtında Toroslardan aşağı inmeye başladığında yoğun bir yağmura tutulmuş. Yağmur dinsin diye bekliyor, ama pek dineceğe benzemiyormuş. Neyse, işler daha fazla gecikmesin diye, yağmur altında Antalya’ya varmış. Kalacağı hana inmiş, davayla ilgili hazırlıklarını yapmış. Sonrasında davayı görmüş, günler geçmiş ama yağmur bir türlü dinmek bilmemiş. Kadı efendi işini tamamlayınca atına atlayıp Burdur’a dönmek üzere Antalya’dan ayrılmış. Torosların öteki yanına geçene kadar da yağmur bir türlü dinmek bilmemiş. Zavallı adamın kafasında yağmur ve Antalya bir imaj olarak kalmış, ayrılmaz bir ikili oluşturmuş. Biri diğerini çağrıştırır olmuş. Aradan seneler geçmiş. Antalyalı bir genç askerliğini yapmak üzere Burdur’a gitmiş. Birliğine teslim olmadan önce kent içinde dolaşırken bir olaya tanık olmuş. Görgü tanıklığı yapmak üzere mahkemeye götürülmüş. Meğerse aynı kadı orada görev yapıyormuş. Kimlik tespiti için kadı genç askere adını ve nereli olduğunu sormuş. Genç asker adayı adını ve Antalyalı olduğunu söyleyince, sorduğu bir sonraki soruyu tahmin etmek zor olmasa gerek. “De bana bakayım, Antalya’da hala yağmur yağıyor mu?” Eskiden suların şırıl şırıl aktığı bu güzel şehir denizden yüksekte olduğu için arıklar kapatılmadığı zamanlarda kadı kaçıran yağmurları sonrası sular aynı hızla denize rahatça dökülür, güneş de çıkınca her yer kururdu.